Kıyameti Bildik De Çamaşır Asmayı Unuttuk...

Elif Erken esmanuribrahim@gmail.com

Mutluluğun yokuş aşağı akan bir çocuk kahkahası kadar basit olduğunu unuttuk belki de…
Eskiden bir kahve içmek ne güzeldi. Yanına bir komşu, biraz dedikodu, bolca kahkaha… Şimdi kahve içiyoruz ama yalnızız. Üstelik kahve de artık “flat white mi olsun, doppio mu?” diye kafa karıştırıyor.

Mutsuzuz. Hem de öyle böyle değil. Bir yandan “neden böyleyiz” diye düşünüyoruz, bir yandan da düşünmekten yoruluyoruz. Halbuki her şeyimiz var: akıllı telefon, akıllı televizyon, akıllı süpürge… E peki bu kadar aklın içinde, niye kalbimiz bu kadar yorgun?

Sanırım biz “doymak” ile “tatmin olmak” arasındaki farkı unuttuk. Her an bir şeyler tüketiyoruz ama doyamıyoruz. Bir sürü bilgiye ulaşıyoruz ama bilge olamıyoruz. Sürekli görüyoruz ama gerçekten bakamıyoruz. Hele ki sosyal medyada birinin 45. tatil pozunu görünce... “Ben neden evde çamaşır asıyorum?” diye iç çekiyoruz. Oysa belki de asıl huzur o çamaşır ipinde sessizce salınıyordur, kim bilir?

Sen en son ne zaman balkona çıkıp gökyüzüne baktın? Ya da bir çocuğun neşesine ortak oldun? Belki de bütün mesele bu: Hayatın içindekileri değil, dışındakileri izler olduk.

Eskiden her şey daha azdı ama daha gerçekti. Fotoğraf makinesinde sadece 36 poz vardı. O yüzden herkes “çirkin çıkmayayım” diye değil, “anıyı kaçırmayayım” diye bakardı objektife. Şimdi binlerce fotoğrafımız var ama o tek karedeki sıcaklık yok. Çünkü artık anılar değil, filtreler biriktiriyoruz.

Ve bu “mutlu olmak zorundasın” baskısı yok mu… Sanki her günümüz harika olmak zorundaymış gibi. Hayır efendim, bazı günler sadece “idare eder.” Bazı sabahlar kahve dökülür, bazı günler ruh dökülür. İkisi de temizlenir. Yeter ki döküleni yere değil, kalbe almayalım.

Ünye’de bile değişti her şey. Eskiden sabah yürüyüşünde tanımadığın biriyle selamlaşırdın, şimdi herkes kulaklıkla dünyaya kapanmış. Çamlık’ta bir bankta oturup sohbet eden dedelerin yerini telefona gömülmüş gençler aldı. Hatta geçen gün sahilde yürürken biri Atatürk Parkı’nı Google Maps’te arıyordu… “Bak biraz aşağı, tam orası işte!” diyemedim. Kendi içimde güldüm. Çünkü fark ettim: Biz bazen en yakınımızı bile uzakta arıyoruz.

Geçenlerde mahallede yaşlı bir teyze gördüm. Elinde file, pazar dönüşü. Poşetleri taşırken durup nefeslendi. Yanına yaklaşıp “yardım edeyim mi?” dedim. Bana baktı, “Kızım olur tabii, ama önce bir bank bulalım, iki laf edelim” dedi. Teyze alışverişten çok sohbetin yükünü taşımak istemiş aslında. O gün fark ettim: İnsan bazen sadece konuşmak ister. Dinlenmek değil, dinlenilmek ister.

Ve sevgili okur, bu satırlara kadar geldiysen bir şey daha itiraf edeyim: Yazının başında “çamaşır asıyoruz” dedim ya… Valla ben de iki gündür makinadaki çamaşırları unutuyorum. Artık kurutma makinesi bana küs, ütü zaten yıllık izinde, çamaşırlar da “biz burada çürürüz” moduna girdi.
Ama olsun, hayat da böyle işte: bazen unutuyoruz, bazen asıyoruz, bazen de “asıyoruz gitsin” diyerek kendimizi balkona atıyoruz.

Şimdi git, bir çay koy. Balkona çık. Derin bir nefes al. Denize bak, martılar hâlâ bir şeyler anlatıyor. Ve unutma:

Kıyamet bile kopsa, Ünye’de nem eksik olmaz.
Gömlek yine kırışır, ama ruhun kırışmasın yeter!

(Gerçi gömlek çok kırıştıysa, ruhun da biraz buruşur gibi oluyor ama sen yine de martılara kulak ver ????...)