Rüzgâr öyle güzel esiyor ki... Ruhuma şarkılar söylüyor sanki. Kuşların cıvıltısı çeşit çeşit, her biri başka bir tonda… Rüzgârla birlikte çiçek kokuları doluyor içime. Yasemin mi, kekik mi, yoksa çocukluğumun bir köşesi mi bilmiyorum ama her nefeste biraz daha sadeleşiyorum.
Yazılarımı bahçeye serdiğim örtüde, gölgelik bir köşede yazıyorum. Bir yanımda kıvrılıp sızmış bir civciv, karşımda da bana “meee”leyerek laf yetiştiren bir kuzum var. Gözüm ara sıra yeni diktiğim fidelerde… Onlara bakarken içimde garip bir umut büyüyor. Sanki sadece bir bitki değil, bir hayat ekiyorum toprağa.
Oysa biz bayram için gelmiştik. Babam, elinde küçük bir torba:
“Sen seversin toprağı,” dedi.
“Tohum vereyim, al götür, bir kenara ekersin.”
Ben ektim. Ama bunu gören akrabalar, komşular da sağ olsunlar, kiminin elinde fideler, kiminin elinde tohumlar...
Ne olduğunu anlayamadan bahçede fide pazarı kuruldu sanki. Önce “ne güzel,” dedim… ama sonra elim ayağım dolandı.
Sabah ezanıyla kalk, bahçeyi temizle, çapa yap, tohum serp, fide dik… Bir ara tohumlar fideler havada uçuşuyordu yeminle! “Eyvah,” dedim kendi kendime, “ben bu işi beceremeyeceğim galiba.”
Dik dik, ek ek… Bitmiyor! ????
Bir yandan sosyal medyada ilanlar paylaşıyorum, bir yandan köşe yazımı yetiştiriyorum. Sakın “Ne var ki haftada bir yazı yazıyorsun?” demeyin. O bir yazının arkasında çay bardağında demlenen düşünceler, gece uykusuna sızan cümleler, sabah güneşiyle aydınlanan fikirler var. Beyin yakıyorum kısacası ????
Üstelik ev işleri var tabii… Yemek, temizlik, kuzine yakmak derken gün kendi kendini tüketiyor.
Aranızda köyde yaşayanlar varsa eminim şu satırları okurken bana gülüyordur: “Hoş geldin aramıza,” diyenleriniz de olmuştur.
Gündüz hamakta kitap okuyoruz oğlumla.
Ihlamur ağaçlarının kokusu sayfaların arasına sızıyor.
Sayfa çevirirken arada yaprak düşüyor, yer çekimi bile şiir gibi burada.
Ama ben... ben uzun zamandır ilk defa gerçekten yaşadığımı hissediyorum. Dizlerim toprağa değdiğinde kelimeler daha sahici çıkıyor kalemimden. Ruhum duruluyor, içim arınıyor. Sanki toprağın diliyle konuşmayı öğreniyorum yavaş yavaş. Çünkü toprak yalanı sevmiyor. Ne ektiysen, ne hissettiysen, onu veriyor sana.
Dışarıdan bakınca elimde çapa, saçım başım dağınık, üzerimdeyse ilk kez giydiğim çiçekli bir şalvar…
Arkadaşım hediye etti: “Köyde rahat olur,” dedi.
Ve evet, haklıymış!
Şehirde giysem cesaret edemezdim ama burada o kadar yakıştı ki üzerime, sanki toprağın ruhuyla birlikte giydim bu şalvarı.
Ama içim mi? İçim daha da rahat! Tertemiz!
Ve işin güzeli şu ki…
O örtü yalnızca gündüz serilmiyor o bahçeye.
Gece olunca da çıkıyorum yine.
Bu kez dizlerim toprağa değil, sırtım örtüye, gözüm gökyüzüne değiyor.
Saatlerce bakıyorum yıldızlara.
Işıl ışıl göz kırpıyorlar bana, arada bir kayan yıldız düşüyor içime.
Bazen bir kuyruklu yıldız dans ediyor usulca, bazen de Samanyolu dökülüyor üzerime, sanki gökyüzü bana yol göstermeye çalışıyor.
Dün aksam da ateşböceklerini yakaladık, oğlum kavanozu tuttu ben kapağı…
Bir süre ışıl ışıl bakıştık birbirimize, sonra serbest bıraktık hepsini.
Tıpkı dilek feneri gibi havalandılar.
Ben dileğimi içimden tuttum, ateşböceği üstlendi, götürüyordur inşallah ????
Bahçenin ortasında, gökyüzünün altında, kuzu sesi fonunda yazılmıştır bu yazı.
Bir gün yolunuz bu satırlara düşerse, bilin ki toprağın bereketiyle yazılmıştır. Kalemin değil, yüreğin mahsulüdür.
İşte bu yazı…
Bir yandan fide dikip bir yandan yazı yazmaya çalışan bir kadının hayat muhasebesidir.
Sabah çapasını yapıp, öğlen ilân yükleyip, akşam kuzineyi yakıp, gece de gökyüzüne baka baka satırları tamamladım.
Yani sadece yazmadım kısacası…
Bi’ yandan domatesin dibini çapaladım, bi’ yandan beynimi ????
Üstüm başım toprak içinde, ama içimde cümleler fışkırıyor.
Zannedersin lahana değil paragraf ekiyorum.
Şehirde yazmak başka, köyde yazmak bambaşka.
Burada yazı yazarken rüzgâr sayfayı uçuruyor, civciv klavyeye basıyor, yıldızlar göz kırpıyor.
Ben de ne yapayım, olanı olduğu gibi yazıyorum.
FACEBOOK YORUMLAR