Tıbbın en eski ve en anlamlı ilkelerinden biri olan “Primum non nocere”, yani “önce zarar verme”, yalnızca doktorların değil, tüm sağlık profesyonellerinin yüzyıllardır rehberi olmuştur. Bu ilke, fizyoterapi ve rehabilitasyon dünyasında da büyük bir anlam taşır. Çünkü fizyoterapi, yalnızca kasları, eklemleri ya da sinirleri tedavi eden bir bilim değil; aynı zamanda insanın hareket, umut ve yaşam kalitesini yeniden inşa etme sanatıdır.
Fizyoterapistler olarak her gün dokunduğumuz bedenler, aslında hikâyeler taşır. Kimi travma sonrası yeniden yürümeyi öğreniyordur, kimi yıllardır süren ağrısından kurtulmayı umuyordur. Bu süreçte elimizdeki bilgi kadar, elimizin değdiği anda verdiğimiz güven de değerlidir. Ancak bu güven, her zaman dikkatle korunmalıdır. Çünkü en iyi niyetle yapılan bir uygulama, eğer doğru zamanda, doğru kişiye, doğru dozda yapılmazsa, faydadan çok zarar getirebilir. İşte bu noktada “önce zarar verme” ilkesi devreye girer.
Yanlış bir manuel terapi tekniği, yanlış planlanmış bir egzersiz programı veya hastanın hazır olmadığı bir yüklenme, bazen geri dönüşü zor hasarlar bırakabilir. Fizyoterapist, sadece tedavi eden değil, aynı zamanda “koruyan” kişidir. Dolayısıyla ilk hedef, hastayı daha kötü hale getirmemek olmalıdır. İyileştirme süreci sabır ister; tıpkı bir bitkinin kök salmasını beklemek gibi. Her bedenin ritmi farklıdır, her sinirin, her kasın iyileşme hızı kendine özgüdür.
“Önce zarar verme” ilkesi, sadece fiziksel zararları değil, duygusal ve psikolojik etkileri de kapsar. Hastaya umutsuzluk aşılayan bir kelime, yanlış bir tonlama veya ilgisiz bir tavır, bazen en etkili tedavi yönteminden bile daha derin bir yara bırakabilir. Fizyoterapide dokunuş kadar söz de tedavi edicidir. Çünkü hasta, en çok “anlaşıldığını” hissettiğinde iyileşir.
Bu ilke aynı zamanda, “herkese aynı reçete olmaz” anlayışını da vurgular. Rehabilitasyon süreçlerinde bireyselleştirilmiş yaklaşımlar esastır. Bir sporcuya uygulanan egzersiz programı, yaşlı bir birey için zararlı olabilir. Ya da felç sonrası rehabilitasyonda fazla agresif bir ilerleme, sinir sisteminde kalıcı yorgunluğa neden olabilir. Bu nedenle, fizyoterapist her zaman hastanın sınırlarını, kapasitesini ve biyolojik yanıtını göz önünde bulundurmalıdır.
“Önce zarar verme” ilkesi, aynı zamanda modern fizyoterapinin temelini oluşturan etik bilincin özüdür. Bu bilinç, sadece teknik bilgiyle değil, insan sevgisiyle beslenir. Çünkü fizyoterapide başarı, sadece kas gücü kazandırmak değil; insana yeniden umut, hareket ve özgüven kazandırmaktır.
Unutulmamalıdır ki, bazen en etkili tedavi “bir şey yapmamak”tır. Dinlenmeye, sabra ve zamana izin vermek de tedavi sürecinin bir parçasıdır. Bu, pasiflik değil; bedenin kendi onarım gücüne duyulan saygıdır.
Sonuç olarak, “önce zarar verme” ilkesi, fizyoterapi uygulamalarında bir kuraldan çok bir felsefedir. Bu felsefe, her seansın, her egzersizin, her temasın merkezinde yer almalıdır. Çünkü bir fizyoterapistin dokunuşu, sadece kaslara değil, insanın yeniden ayağa kalkma inancına da değmektedir.
Ve bazen, gerçekten iyileştirmenin en güzel yolu, zarar vermemeyi başarmaktır.


FACEBOOK YORUMLAR